Alfred Adler’in, İnsanı Tanıma Sanatı adlı kitabının II. bölümü olan “Karakter Bilimi”nde bahsettiği bir eylemdir.
Bunun, itaat eden kişiye zevk veren bir eylem olduğunu ilk kez Romain Rolland’ın Jean Christophe adlı klasik serisinde okumuştum ve şaşırmıştım. Adler de benzer bir güdüyü dile getirmiş. Şahsen, uyumlu olmayla itaat etmenin birbirine karıştırılmasına şiddetle karşıyım ve işlerin tüm dünyada kötü gitmesinde itaatkar insanların çok büyük payı olduğunu düşünüyorum. Kötülere kötü demekle iş bitmiyor. İtaat etmeyi iyilik zanneden insanlar sayesinde kötüler bu kadar rahatlar bence.
Sözü Adler amcama bırakayım. “Keşke dedem olsaydı” diyecek kadar çok seviyorum kendisini.
“Aynı şekilde, itaatkarlıkla dolup taşan insanlar da inisiyatif gerektiren durumlara iyi uyum sağlayamazlar. Başka birinin emirlerini yerine getirirken rahattırlar. İtaatkar insan başkalarının kuralları ve kanunlarıyla yaşar, neredeyse takıntılı bir şekilde itaat edebileceği bir meslek arar. Bu itaatkar tavır hayatta çok çeşitli bağlarda bulunabilir. Başkalarının huzurunda eğildiklerini, herkesin sözlerini dikkatle dinlediklerini, bu sözleri asla düşünüp değerlendirmediklerini, sadece emirleri yerine getirip başkalarının duygularını tekrarladıklarını görebiliriz. Boyun eğmeyi onur sayarlar ve bazen itaatkarlıkları inanılmayacak seviyelere ulaşır.
İnsanlara sürekli hükmeden türün ideal olduğunu söylemek istemiyoruz fakat hayatın problemlerini boyun eğerek çözen insanların hayatlarının karanlık tarafını göstermek istiyoruz.
Birçok insan için boyun eğme hayatın kanunu gibi görünmektedir. Hizmetçi sınıfından bahsetmiyoruz. Kadınlardan bahsediyoruz. Kadının itaatkar olması gerektiği yazılı olmayan, fakat köklü bir kuraldır, bazı insanlar bunu değişmez bir dogma olarak değerlendirirler. Kadınların tek amacının boyun eğmek olduğunu düşünürler. Bu düşünceler tüm insan ilişkilerini zehirleyen ve yok eden düşüncelerdir. Fakat bu batıl inanç hala yok edilememektedir. Kadınların arasında bile bunun ebedi bir kanun olduğuna inananlar vardır. Ne var ki, bu bakış açısının kimseye bir şey kazandırdığı görülmemiştir. Eninde sonunda birileri kadınlar bu kadar itaatkar olmasa her şeyin daha iyi olacağından şikayet edeceklerdir.
İtaatkar bir kadın eninde sonunda bağımlı ve sosyal açıdan beceriksiz hale gelir.
Bazı kadınlarda bu itaat hissi o kadar güçlüdür ki, özellikle dediğim dedik ya da acımasız erkekleri ararlar. Bu doğa dışı ilişki eninde sonunda savaşa dönüşür.
Bir erkek ile bir kadın birliktelik yaşadığında işlerini arkadaşça bir şekilde bölmeli, ikisi de sömürülmemelidir. Bu şimdilik ideal olarak kalsa da, bireyin kültürel gelişmişliği için en azından bir standart sağlamaktadır. Zira itaat problemi cinsiyetler arası ilişkilerde sorun yaratmakla; maskülen cinsiyeti çözemeyeceği binlerce sorunla baş başa bırakmakla kalmaz, ülkelerin istikbalinde de büyük bir rol oynar.”
Devamında antik medeniyetlerin bütün ekonomilerini kölelik kurumu üzerine kurduğundan; çalışmanın kölelere ait, küçük düşürücü bir eylem olarak görüldüğünden; efendinin sıradan işleri yaparak kendini kirletmediğinden ve -her nasıl oluyorsa- bütün kayda değer, übermensch özelliklerini kendinde topladığını düşünüp / düşündürtmesinden bahsediyor Adler. Gerçekte sahip olunan tek şey maddi güç oysa. Diğer özellikler vardı ya da yoktu; zaten kimsenin umurunda da değildi olup olmaması. Nietzsche, en iyinin yönetmesi ve herkesin ona boyun eğmesi gerektiğini savunmuş olsa da, böyle bir şey gerçekte pek mümkün olmadı.
Bu bölümü bağlamadan bırakmış Adler, sanırım okuyucunun zihninden tamamlamasını uygun gördü. Evet çoğunluğun itaati onur sayması, ülkelerin tiranlığa dönüşmesine ve bireylerin maddi-manevi refahının sürekli düşmesine, dolayısıyla da mutsuzluğuna yol açar. Böyle ülkelerin de sağlam bir şekilde var olması, geleceğe dair projelerinin olması elbette mümkün değildir.
Kağıttan figürlere, balondan şişirme karakterlere ve para denilen kağıt parçasına itaat edilmez. Edilince böyle olunuyor işte: Onursuz, hakkının ne olduğunu bilmeyen, sömürülen, hayatları mahvedilen yığınlar…